Hangisi daha büyük bir yoksunluk? Aşkta cesaretsiz olmak mı, sevdiğiniz kişinin sahip çıkamaması mı yoksa tüm bunlarla defalarca yüzleşmemek için, her şeyi unutabilmek için alınan maddenin bedende yarattıkları mı?
Aşkın coğrafyası olur mu, konumuna kim karar veriyor? Aşk iki kişilikse eğer, iki kişiden birisi başka birisinin düşüncesini devreye alırsa, alınan düşünceye ne denir, peki dikkate alana ne denir?
Kuralı, şartları, kıstası, var mıdır? Aşka engeli kim koyar, engel koyulduğunda daha mı büyük hale gelir yoksa yok mu olur, hatta yok mu edilir? Kendisi üç harfli ama içinde çok derin anlamlar ve sorular barındıran aşk her şeyi affeder mi?
Yaşam uzun bir tren yolculuğu gibidir. İstasyonların kişi tarafından belirlendiği, her istasyonda binen ve inen insanların olduğu, devinimin hep sürdüğü rotasına, rayların çakıştığında gideceği yöne bireyin karar verdiği uzun bir yolculuk…
Bu yolculukta size eşlik edecek, aileniz, arkadaşlarınız, dostlarınız olacak kişiler motivasyonunuzun da belirleyicileridir bir nevi. Değerli hissetmek her insan için kıymetlidir ve asıl yaşam enerjisini o verir. Aileniz tarafından, arkadaşlarınız tarafından değerli addedilmek, hissettirilmek yaşama dair aidiyet duygusunun beslenmesi için çok kıymetlidir.
Ama karşı taraftan beğenilmek, düşünülmek, kıymet görmek farklı enerjiler kaydeder insan yaşamında. Bu enerjinin yok olması, yok edilmesi, farklı bir etki sebebiyle kesilmesi yoğun hisler taşıyan kişinin dünyasını karartmasına da sebebiyet verebilir.
“Yanlış zamanda, yanlış mekânda daha doğrusu yanlış coğrafyada tanışmıştık. Önceleri bunları düşününce önemli değil gelinir üstesinden diyordum lakin gördüm ki üstesinden gelemediğimiz şeylerin altında kalmıştık, daha doğrusu ben kaldım o enkaz altında. Yaşayan bir ölüyüm aslında…” tanımı ile çaresizliğini betimliyordu karşımda sağ bacağının istemsizce sallanmasını engelleyemeyerek. Biliyordum yoksunluk krizini hissediyordu hafiften de olsa…
Filmlerdeki gibi fakir kızla zengin oğlanın hikayesinin çaresizliği maddiyata dayanıyordu lakin buradaki çaresizliğin temeli fikriyat ve maneviyattı. Okumuş kültürlü, fikir sahibi genç bir adam ile sabahın ilk ışıkları ile uykuya dalınan bir kültürde yetişen, yarasa misali yaşanan bir hayat içinde okuluna devam edemeyen, dışarıdan bitiririm diye düşünüp beceremeyen, genetik kodlarına müziğin işlenmiş olması dolayısıyla Allah vergisi bir sese sahip bir genç kadının cesaret ile başlayıp engellemeler ile son bulan hislerinin çaresizliği…
Karşı tarafta yalnız, hayata bir tek evladı ile tutunan bir annenin baskısı, tek evlat olması dolayısıyla cesaret yerine esareti seçen genç bir adamın varlığının verdiği acı ve bu tercih ve acının bedelini ödeyen genç kadın çivi çiviyi söker mantığı ile unutmak için, dışa vuramadığı çığlıklarını bastırabilmek için, beyninin bir süre de olsa düşünmesini engelleyebilmek için, yokluğu doldurmak için edilen teklifi geri çevirmiyor ve tüm süreç böyle başlıyor.
Siyahın kendinde içerdiği bir zenginlikten yoksunluk olarak tanımlanır yoksunluk… “Her şey siyahtan gelip sonunda beyazda kaybolur” der yoksunluğu tarif ederken Claude Levi-Strasus eserinde… Evet düşüncelerini ve beynini siyaha boyayan anıları onun beyazda kaybolmasına sebep olmuştu.
Değişmeyi, iyileşmeyi kabul etmek, istemek uzun bir iyileşme sürecinin en önemli aşamasıdır. Bir süre gelgitler yaşadığımız bu süreçte yaşadığı acıya dair yazdığı sözler ve besteler ile iyileşmeyi istemesi hususu hız kazanmıştı. Bedenden arındırmada klinik tedavi birincildir, lakin sürdürülebilir olan tedavi beynin, bilinç altının iyileştirilmesidir ve bu noktada kullanılan tedavi bireyseldir, çoğunlukla kişiye özeldir. Y.L.’nin uzun erimli tedavisi ‘müzik’ti.
Yaşanılan zor zamanlar ve acılar insanoğlunun yaşamında farklı kapılar açılmasına sebep olabilirler. Bazen daha iyi görebilmek için uzaktan bakmak gerekir kendi hayatlarımıza…
Dr. Burcu Bostancıoğlu